Kuşadası Eskort Lana

Kuşadası gecesi, günbatımının yakut ışıltısını yutarken başlar; kıyıdaki dev yolcu gemilerinin son korna sesi ufka karışır, liman feneri beyaz bir nefesle karanlığı deler. Palmiye yaprakları hafif meltemle hışırdar; rıhtım taşlarına vuran dalga serpintileri, tuzlu bir tül gibi havada asılı kalır. İşte bu ıslak tülün altına, Karpat Dağları’nın serin taç yapraklarından kopup gelen narin bir kadın süzülür: Kuşadası Eskort Lana. Saçlarının platinyum tutamlarında ayın gümüşi cilası dolaşır; menekşe rengi bakışları, Güvercinada’nın kireçli surlarına vurup geri dönen ışığa gölgeler düşürür.

Lana’yı ilk İçmeler iskelesinde görürsün. Avucunda kırık inci tanelerine benzeyen deniz camları tutar. “Gecenin suyu, camı pırlanta yapar,” der; Slav aksanının yumuşak “l” hecesi, dalga uğultusuna ikinci bir titreşim ekler. Kuşadası Eskort sözcükleri dudaklarında şekillenmez, ancak çenesinin altına yerleşen ince gölge davetkâr bir mühür gibi durur.

Şehir ışıklarından uzaklaşarak Güvercinada’ya giden taş köprüye adım atarsınız. Lana boş avucunu sana uzatır, elini tutunca parmak uçlarındaki hafif serinlik teninde kıvılcım yakar. “Tuz, içindeki ateşi uyandırır,” diye fısıldar. Köprünün taş gövdesinde yankılanan adımlarınız, kapalı bir senfoni orkestranın ilk darbesi gibidir; sesler, Ege gece göğünün kristal kubbesine çarpar. O an anlarsın ki Kuşadası Eskort Lana, sessizce yanan bir feneri rüzgâra kapatmaya değil, ateşi okyanusa dökmeye geliyor.

Adanın iç surları ardındaki eski bekçi kulübesine girersiniz. Tek ışık, Lana’nın elinden düşürdüğü küçük kandildir; alevinde adaçayı yaprakları çıtırdayarak mavimsi duman çıkarır. Lana ipek hırkasını zarifçe sıyırır, omuzlarına ay ışığı gümüşi kurdeleler bağlar. İlk öpücüğü köprücük kemiğine kondurur; dudaklarında deniz tuzu ve vanilyalı rakı şerbeti karışımı yakıcı bir serinlik bırakır. Bu ikili, Kuşadası Eskort anını balıkçı ağının tuzağı gibi bedenine dolayan eşsiz bir karışım oluşturur.

Ritmini, kıyıya çarpan dalga dizisinin yavaş‑hızlı döngüsüyle kurar: önce usul çarpış, sonra köpük saçan ani patlama. Parmak uçları kürek kemiğinde küçük pusula çizimleri bırakır; avucu bel çukurunda Ayvalık taşlarının pürüzlü hissini taşır. Tırnak izleri göğsünde yakamoz lekeleri açar; her “moya lyubov” (aşkım) hecesi, kalbini, yosun kokulu suyun altındaki granit kayaya bağlar. Gövden tuzla terlerken Lana geri çekilir, kandilin adaçayı dumanını avucuyla toplar ve dudaklarının arasından sana üfler; bu serin duman tenindeki ateşi söndürmez, tersine parlatır.

Gece yarısı seni kulübenin dar penceresine götürür. Aşağıda kara sular, ayı parçalanmış gümüş yapraklar hâlinde yansıtır. Lana saçlarını salıp “Ay ışığı keskinse tuz parlar,” der; avucuna biraz deniz tuzu alıp göğsüne serperek kristalleri cildine yapıştırır. O anda “Kuşadası Eskort” kelimesi dudaklarından buğulanarak çıkar; içindeki dalga, sığ kayalarda kırılan fener ışığına dönüşür.

Şafak, Samsun Dağı’nın üzerinden gül pembesi parçalar koparırken Lana ipek hırkasını omzuna atar; başucuna küçük şişede adaçayı yağı ve tek deniz camı bırakır. “Cam ışıkla parlar, tuz ateşle parlar,” notunu ekler. Kapı kapanır; odada hâlâ vanilyalı rakı buharı, adaçayı dumanı ve hafif yosun kokusu döner. Gün boyu Güvercinada’dan hangi tekne kalkarsa kalksın, motor uğultusuna Lana’nın “ateş tuzda saklıdır” fısıltısı karışır— çünkü ay ışığına düşen o sessiz tutku artık damarlarında ısınıp dalga dalga yayılır.

Leave a Reply